Türkan Elçi’den CHP eleştirisine yanıt: Yıl değişti, nesil değişti, dil değişti
Türkan Elçi, CHP’li olduğu yönündeki eleştirilere Ot Dergisi’nin Nisan sayısında yayınlanan bir yazıyla yanıt verdi.
Elçi’nin ‘Kuyunun dibindeki kurbağalar’ başlıklı yazısı şöyle:
“Bir akın var
güneşe akın!
güneşi fethedeceğiz
Güneşin fethi yakındır!”
Nazım Hikmet’in bir kuşağın üniversite amfilerinde, dersliklerinde, kantinlerinde coşkuyla okunan şiirlerinden biri de Güneşi İçenlerin Şarkısı’ydı. ‘Güneşi fethedeceğiz’ dizesi birden fazla gencin hançerini delip şehirlere yayılırdı. Ahmet Arif’ten şiirler okunurdu, duygu eli Nazım’a ulaşırdı. Sol dünyanın ışığında yazılan kitaplar koltuk altları çok süslü. Yılanın kabuğunu değiştirmesi gibi kabuğunu değiştirecek yeni bir dünyaya adım atan bir nesil. Yılan derisini değiştirir de insanoğlu bunu neden yapamaz? Güneşi fethetmek niyetiyle göğe yükselenler neden deri değiştiremezdi?
Gökyüzüne çıkıp güneşi yakalamak isteyen nesiller zulüm gördü, vefat etti, güneşe inananların birçoğu öldürüldü, tutuklandı, kemikleri bulunamadı. Hayatta kalanların bir kısmı sustu, diğerlerinin dili biley taşında keskinleştirildi, komşu komşusundan ayrıldı, düşman ona benzemeyeni düşündü. Güçler, yerin göbeğinde, yerin kanadında ataların kılıcıyla sınır çizdiler. Dünyanın kalbi dörde bölündü, cesetlerden barajlar yapıldı, duvarlar yükseldi. Mevt’e gıpta edilirken, ölüler yarıştırılırken, ne de olsa ölülerden bir itiraz gelmemiş, bir zarar gelmemişti. Bazı mahalleler vatan dediler, bayrak üzerine yemin ettiler, şükrettiler, kendisine benzeyenleri dua ile selamlarken Allah’ın diğer kullarını unuttular. Haksız kılıcın gölgesi yere düştü. Mahalleleri birbirine bağlayan köprüler yıkılırken herkes Sırat Köprüsü’nden geçti. Çöplükteki horozların dili kibirlendi, kendi çöpünün diline kendi renginden dikenler dikti. Kaleler ve fildişi kuleler çöplüklerin üzerinde yükseliyor, yerleri karanlığın ortasında parlıyordu. Her mahallede kuyular vardı, kuyuların dibinde kurbağalar. Gökyüzü kuyu ağzı kadar büyüktü. Kendi seslerine tapan kurbağalar çok tiz. Kendi kulaklarını ve takipçilerini sağır eden kurbağalar.
Dünya döndü, zaman geçti, yıl değişti, nesil değişti, dil değişti. Buna en çok horozların şaşırdığına karar verdiler. An geldi, kendi mahallesine karşı çıkanlar ortak dilin meydanında kurşuna dizildi, gün battı, mahallelere karanlık çöktü. Hayatın kutsallığına inananların dilinden acı bir haykırış: “Vicdan mahremiyet meydanında vurulurken güneş kaybolur. Kaybolanı nasıl zaptedeceksin? Nasıl?” Karşı mahallelerden diğer itirazlarla titreyen sesler. Efgan, bentlerin arkasına bir kereden fazla endişeden saklanır. Ölülerin ve ölülerin diliyle konuştuğunda, kaleler, kuleler ve yanlarında sıralanan sakinler, vicdan sahibi olanın kendi mahallesine itirazı, zorunlu suskunluğa sığınır. Kurulan tezgahlar ve oynanan oyunlar ile karşı mahalle, mahallelinin zihninde amansız bir hayalete dönüşüyor.
Güneşi fethedenlerden hayatta kalanların ayakları havada asılı kaldı. Karşı mahallelerde kendisi ve bir gün geride bırakacağı vatan için Allah’a dua edenler, kul hakkını unutmuşlardır. Mevsimler döndü, topraklar kışı geçti. Ölüler karlar altında sessizce uyurken dünya durdu ve an geldi ölünün kokusunu taşıyan hanımlar kendi kalp dilleriyle konuştular. Yolu olmayan mahallelerin ortasına köprüler yapıldı. Ölülerin sesleriyle süslenen mahalleler artık çatlamış fay sınırlarıydı. Kaleler sallandı, fildişi kulelerin dişleri kırıldı. Şiddetli dilleri olan horozlar korosu bağırıyor ve kemer yürüyüşü tüm yol boyunca ilerlerken pro band grubunun ayağı vuruyor.
Ve an gelir, zaman geçer, hanımlar seslenir yokuş yollarına. “Düşlerin ıssızlığında dalgalanan ovaları taşıdık/Geceye su içirdik, sabah olsun dedik/Taş tebeşirden gülücükler topladık” mısralarını duymayanların ayakları gün bitmeyen bir raptir ve gece.
“Yıkılan köprülerin altından sallarımızla karşı kıyılara ulaştık/gözlerimizde matem izlerini, mezarlıklardan topladığımız karanfilleri suya bıraktık.” Mevtin’in soğuk yüzünü görenlerin, köprüler kuran kadınların sesini duymayanların ayakları yine titriyor…
Her mahallenin horoz korosu soloya karşı bağırarak: “Herkes eteğine gizli taşları döksün. Mahalle kaçaklarını taşlamak bize caizdir.”
Gökyüzüne çıkıp güneşi yakalamak isteyenlerin yüce mirası taşıdığını, aklını boyunlarında yitirdiğini iddia edenlerin dilinde kısmi suskunluk içeren bir yolculuk hikayesidir. Ancak güneşe yapılan yolculuğun sonunda mutlak bireysel özgürlük, yaşama hakkının kutsallığı, insan olmaktan kaynaklanan insan hakları, temel hak ve özgürlükler, onurlu yaşam, eşitlik, kadın özgürlüğü gibi hayaller vardı.
Bir de Nazım’ın “Güneşe baskın / baskın var! / Güneşi fethedeceğiz / Güneşin hakimiyeti yakındır!” “Annemiz, canımız, yarımız. Bir de hiç yaşamamış gibi ölen. Bir de “Öküzümüzden sonra soframızda yeri olan kadınlarımız” satırları vardı. (HABER MERKEZİ)
Sofrada öküzden sonra gelen yeri protesto etmek için kadınlar meydanlara çıktı. Biz de buradayız demek için. Nereden gelirse gelsin haksızlığa karşı olduğumuzu söylemek. Mahallelerden yükselen fısıltıda, tek sesli efrat, “Bir kadın, sınırları çizilmiş mahalleye biat etmekle şereflenir. Yaptığı, yaptığı hoş olsa da mahallelinin nazarında keskinlemyekundur” dedi. .”
Efra’nın yeni ceketinin gizli cebinden eski çağların pervasız sözleri dökülür. Ne de olsa her mahallenin yobazları zamanla birbirine benziyor. Güneşi fethedenlerin kalıntılarının ayakları havada asılı kalmaktan yorulmuştur. Zulüm karşısında dilleri susuyor. Ancak kadının mücadelesini eviyle, çocuğuyla, eşiyle, mahallesiyle sınırlayanlar karşısında kadınların kan havuzlarını kurutacak elleri ve yeni bir dünya kuracak kadar güçlü sesleri var.